24 Ekim 1945 Birleşmiş Milletler’in kuruluş günüdür. Örgütün tüm üye devletleri 24 Ekim ‘de Birleşmiş Milletler Günü‘nü kutlarlar. Birleşmiş Milletler en büyük uluslararası kuruluştur küresel barış ve güvenlik ve uluslararası dayanışma için. Bugün BM’nin 193 üyesi var. Bu sayı her geçen gün artıyor.
Tarih boyunca uluslararası çatışmalar hep devam etmiş ve çoğu zaman savaşlarla sonuçlanmıştır. Savaşlar uluslararası anlaşmazlıklara çözüm getirmedi.
Büyük uluslararası savaşların ilki, birinci dünya savaşıdır. Dört yıl süren bu savaşın sonunda anneler, babalar, amcalar, teyzeler, ağabeyler öldü. Çocuklar yetim kaldı. Yer kanla kaplıydı.
İkinci Dünya Savaşı sırasında 26 ülkenin temsilcileri ABD’nin San Francisco kentinde bir araya gelerek insanlığı savaşın yıkımlarına karşı korumaya karar verdiler. Birleşmiş Milletler Yasası taslağı hazırlandı.
BM hedefleri:
• Uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması.
• Ülkeler arasındaki iyi ilişkileri güçlendirir.
• Uluslararası ekonomik, sosyal ve kültürel işbirliği sunar.
• İnsan sorunlarını çözmek ve temel hak ve özgürlükleri geliştirmek için birlikte çalışmak.
BM’nin Ana Kuruluşları
Birleşmiş Milletler, yukarıdaki hedeflere ulaşmak için en önemli organları kurmuştur. Bu organların en önemlileri Genel Kurul, Güvenlik Konseyi, Ekonomik ve Sosyal Konsey, Uluslararası Adalet Divanı ve Genel Sekreterliktir.
BM İnsan Organizasyonu
UNICEF
Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu’nun kısaltması. Yeni doğanların, büyüme çağındaki çocukların ve gençlerin sorunlarıyla ilgilenmeyi amaçlar.
*En kötü barış, en iyi savaştan iyidir.
* Birlik güçtür.
* Birleşmiş Milletler barış ve güvenliği sağlayarak insanlığa hizmet etmektedir.
* İnsana insan, millete millet gereklidir.
* Ülkeler birlik ve beraberlik içinde kalkınabilir.
Birleşmiş Milletler’in Kuruluşundan dokuzuna daha yakından bakalım, misyonlarını ve faaliyetlerini hatırlayalım:
Dünya Sağlık Örgütü (WHO veya OMS)
Dünya Sağlık Örgütü, Birleşmiş Milletler himayesinde 1948Yılında kuruldu. Bugün 150’den fazla ülkede temsil edilmektedir ve 194Ülkeyi kapsayan bir organizasyondur. Türkiye’nin 1949 yılında üye olduğu kuruluş, amacını “herkes için ulaşılabilir en yüksek sağlık standardına ulaşmak” olarak ilan etmektedir. Bu amaca ulaşmak için uluslararası sağlık araştırmalarının koordinasyon ve koordinasyonundan sorumludur. Rolü hükümetlere hastalıkları önleme ve uygulanacak önlemler konusunda tavsiyelerde bulunmak olan DSÖ’nün politikalarını üye devletlere empoze etmesine izin verilmiyor. Diğer bir deyişle, kurumun uygulama yetkileri bulunmamaktadır.
Yaklaşık 2 yıldır süren pandemi nedeniyle adını hayatımızın hemen her günü duyduğumuz Dünya Sağlık Örgütü, COVID-19 nedeniyle sahneye çıktığı andan itibaren eleştirildi. Onlara yönelik en ağır eleştiri ABD’nin eski başkanı Donald Trump’tan geldi. Aslında, 29 Mayıs 2020’de Amerika Birleşik Devletleri, kurumun gelirinin %3’ünü oluşturan Dünya Sağlık Örgütü’nden en büyük fonunu geri çekti. Ayrılma sebebi en genel anlamda “gerekli reformlar ve ihtiyaçlar tamamlanmadı, Çin ile yakın çalışarak virüsü saklamaya çalışıyoruz” şeklindeydi. Biden yönetimiyle birlikte ABD yeniden DSÖ’nün parçası oldu. DSÖ, üyesinin fonuyla faaliyetlerini sürdürüyor ve ABD’den sonra en fazla yardımı Çin alıyor. Dış ülkeler, Avrupa Komisyonu ve Bill Gates Vakfı, DSÖ’ye en fazla katkı sağlayan kurumlar olarak öne çıkıyor.
Dünya Sağlık Örgütü ülkeleri sürekli olarak adil aşılamaya çağırıyor. Kovid-19’a karşı üretilen aşıların dünyaya tedarik edilmesi ve pandeminin durdurulması bir öncelik haline gelse de, çoğu aşıya yönelik refah devleti yaklaşımı, aşının adil dağıtımını engellemektedir. İstatistiklere göre ilk kez sadece 10 ülkede aşı dağıtıldı, hatta Kanada gibi ülkeler o kadar çok aşı siparişi verdi ki kişi başına 5 doz aşı aldılar. Öte yandan üçüncü aşı dozuna başlamak yerine fazla aşıların aşıyı alamayan ülkelere gönderilmesini öneren DSÖ, aşının keşfiyle adil bir dağıtım programı açıkladı: COVAX. Programa göre aşılar, ülkelerle işbirliği içinde DSÖ’nün rehberliğinde yoksul ve zayıf ülkelere dağıtılıyor. Dünya nüfusunun 1’inin aşının ilk dozunu almasına rağmen, yoksul ülkelerin sadece %15,8 vatandaşı ilk dozu aldı.
Uluslararası Para Fonu (IMF)
1944 yılında Birleşmiş Milletler ‘in bir yan kuruluşu olarak kurulan IMF, dünyanın en büyük parasal fon kuruluşu olarak tanınmaktadır; Hedefleri, diğer şeylerin yanı sıra, ülkeler arasında dengeli ticareti sürdürmek, üye devletlerin yaşam standartlarını yükseltmek, ülkelerin küresel ekonomik sisteme istikrarlı bir şekilde entegrasyonunu sağlamak ve ortak bir kalkınma çerçevesi oluşturmaktır. IMF, ülkelerin yıllardır yaşadığı krizlerde mali destek ve reçeteler sunarak uluslararası para sisteminin istikrarını sağlamayı misyon edinmiş bir kurumdur. Bugün 190 üyesi var.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD, harap olmuş Avrupa ekonomilerini desteklemek için mali yardım sağlamak üzere mali kurumlar kurmaya başladı. Bu dönemde Türkiye,
Ülkenin bir araya gelmesiyle oluşturulan IMF’nin kurucu üyesi oldu. Mart 1947’de mali faaliyetlerine başlayan ve faaliyete geçen kurum, 1970 yılından bu yana kendi oluşturduğu uluslararası bir rezerv para birimi olan SDR (Özel Çekme Hakları) aracılığıyla ülkeleri finanse etmektedir. IMF’den mali destek alan ilk ülke Fransa oldu.
IMF’ye üye 189 ülkenin her biri bir katkı payı veya üyelik ücreti ödemek zorundadır. IMF’nin her ülkenin ekonomik büyüklüğüne göre belirlediği bu ödemelere “kota girişleri” denir. Kota sistemine göre ülke kotaları, ülkelerin IMF’ye ödeyeceği azami payı, üye ülkelerin oy haklarını ve ülkelerin IMF’den alabilecekleri kredi limitlerini belirlemektedir. Ülkelerin IMF’ye katkıları artarken dünya ekonomisinin karar alma mekanizmalarına müdahale hakları da artmaktadır. IMF’yi en çok finanse eden ülkeler ise ABD (%16), Japonya (%6), Çin (%6), Almanya (%5) ve Fransa (%4). 2022’de Arjantin, Ukrayna, Yunanistan ve Mısır en fazla borca sahip olacak.
Türkiye ile IMF arasındaki ilk “stand-by” anlaşması 1961 yılına dayanıyor. IMF. Son alıntı, Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakan olduğu 2005 yılında yapılmıştı. Türkiye bu borcu ödemeyi 2013 yılında durdurdu. Türkiye’nin iç siyasetinde hükümet son dönemde IMF’yi olumsuz olarak sunuyor.
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)
Birleşmiş Milletler ‘in çalışma ve ticaret hayatının önemli bir alt örgütü olan Uluslararası Çalışma Örgütü, 1919 yılında sendika temsilcileri ile kurulmuştur. Geçen yüzyılın başında Avrupalı işçiler, sanayileşmenin sömürü sistemini güçlendirdiğini savunarak sol hareketlerin önderliğinde örgütlenmeye başladılar. Bu sürecin bir sonucu olarak ülkeler, ILO’yu işveren ve işçi temsilcilerinden oluşan uluslararası bir örgüt olarak kurmuşlardır. Böylece işçilerden şu haklar talep edildi:
• İnsanca çalışma saatleri oluşturmak
• Yaşam standardı sağlamak
• İşçiyi işinden kaynaklanan sağlık sorunları, hastalıklar ve kazalardan korumak
• Örgütlenme hakkı
• Eşit ücret hakkı Eşit işe
Yine bugün ILO ile tekrarları konuşulan işçi haklarının ilk kurumsallaşması gerçekleşti. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist ve sosyalist rejimler arasındaki savaş başlayınca işçi hakları daha da ön plana çıktı. Sosyalist “Doğu Blokunun işçilere tanıdığı haklar, kapitalist Batı’yı işçiler lehine düzenlemeler yapmaya zorladı.
Bugün devlet-emekçi dengesini üçlü bir yapı (devlet, işveren ve işçi) ve sosyal diyalog üzerinden sürdürmeye devam eden ILO, uluslararası istatistikler yayınlıyor ve zorla çalıştırma, çocuk işçi çalıştırma, göçmenler gibi kritik konularda raporlar yayınlıyor. İşçiler ve ücretler.
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP)
1969’da kurulan Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, yoksulluğu ortadan kaldırmayı ve gelişmekte olan ülkeleri desteklemeyi hedefliyor ve şu anda sürdürülebilir kalkınma, demokratik yönetişim ve barış inşası, iklim ve doğal afet yardımı gibi alanlarda çalışıyor.
UNDP, bu hedefleri ve sosyal politikaları 2030 yılına kadar pek çok farklı projeyle destekliyor. 2011 yılından bu yana Türkiye’de faaliyet gösteren UNDP’nin ülkemizi merkeze koyan hedeflerine bu bağlantılar aracılığıyla ulaşabilirsiniz. Bu hedeflerle tutarlı birçok rapor hazırlayan UNDP, Suriye iç savaşının başladığı 2011 yılından bu yana mülteci programları da başlatıyor.
Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gıdanın öneminin fark edilmesinden doğan Birleşmiş Milletlerin bir yan kuruluşu olan Gıda ve Tarım Örgütü, 1945 yılında Roma’da kurulmuştur. Küreselleşen dünyada gıda güvenliğinin sağlanması ve ülkelere gıda ve tarım politikası desteği sağlamaktadır.
1948 yılında Türkiye’yi FAO üye yapmıştır. Bugün Ankara ve FAO özellikle üç konuda işbirliği yapıyor. Bu konulardan ilki, sürdürülebilir yönetim yoluyla gıda üretiminin sürekliliğini ve gıda güvenliğini sağlayan erişilebilir gıdalar yelpazesinden öne çıkıyor.
İkincisi, iklim krizi nedeniyle balıkçılık ve doğal kaynakların yönetiminde işbirliği var. Sulama, tarlalar, potansiyel afetler, depolama, yeşil enerji ve yeraltı sularına özel önem verilmektedir.
Sayılı işbirliğinin üçüncü alanı, çiftçi örgütlerinin güçlendirilmesi ve çiftçilere mali ve teknik destek sağlanmasıdır. FAO, ulusal tarım politikası gibi konuların yanı sıra sığınmacılar da dâhil olmak üzere çeşitli ülkelerden göç eden insanlara gıda ulaştırmak için “Suriye Mülteci Direnç Planı” kapsamında Türkiye ve birçok kurumla iş birliği geliştiriyor.
Türkiye, diğer bir politikası olarak dünyadaki Türk ülkelerinin gıda ve tarım politikasını desteklemek için FAO’nun “Asya Alt Bölge Ofisi” programına katılarak Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan’a yardım etmektedir.
Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO)
UNESCO, eğitim, bilim, kültür ve iletişim yoluyla uluslararası işbirliğini sağlamak için insanların eğitime erişimini iyileştirmeyi ve kültürel mirası korumayı amaçlayan 1945 yılında kurulmuş bir yan kuruluştur.
Dünya çapında çok daha düşük olan okuryazarlığı artırmak amacıyla 1940’larda doğan UNESCO, az gelişmiş ve bağımsızlığını yeni kazanmış ülkelerde daha yoğun çalışma eğilimindedir. Örneğin UNESCO, Kore Savaşı’ndan sonra Güney Kore’de ve 1970’lerde Finlandiya’da eğitim sistemlerinin reformuna yardımcı oldu. Bugün her iki ülke de dünyada eğitim öncüleri olarak sunuluyor.
UNESCO, Bangladeş, Mısır, Fas, Nijerya, Pakistan ve Senegal gibi nispeten düşük okuryazarlık oranlarına sahip ülkelerde çok aktiftir. Bu ülkelerde, öğretmen yetiştirmek ve düşük maliyetli, pratik okul binaları tasarlamak için devlet ve sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yaparak destek alıyorlar. 1963-65’te UNESCO, Türkiye’de tarımsal eğitim ve köy kalkınması ile ilgili çalışmalara da katıldı.
Diğer bir UNESCO öncelik alanı, eğitime erişimi reddedilen sosyal gruplardır. Kız çocuklarına yönelik pek çok proje düzenleyen ve destekleyen UNESCO, göçmenlere de destek veriyor.
UNESCO denilince akla gelen ilk faaliyetlerden biri de kültürel mirasın korunmasıdır. Bu nedenle kuruluş, 1972 yılında kurduğu UNESCO Dünya Miras Alanı ile doğa harikalarını ve önemli tarihi yapıları korumayı hedefliyor. Listede ayrıca birçok Türk kültür mirası alanı da yer alıyor.
Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF)
Diğer kuruluşlarla yakın çalışan bir diğer kurum olan UNICEF, 1946 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kararı ile 13 Avrupa ülkesinde İkinci Dünya Savaşı mağduru çocuklara yardım amacıyla kurulmuştur. Daha sonra tüm BM ülkelerinde ortaya çıkan UNICEF’in ilk adı “BM Uluslararası Çocuklara Acil Yardım Fonu” olmuştur. UNICEF’in birincil hedefi, çocuk hastalık ve ölüm oranlarını azaltmak ve HIV/AIDS ile enfekte çocuklar da dâhil olmak üzere çocukları savaşlar ve doğal afetler sırasında korumaktır.
UNESCO ve diğer uluslararası kuruluşlarla birlikte çalışan UNICEF, günümüzde çocuklara odaklanmaktadır. 1985 yılında UNICEF, Afrika’da 5 milyondan fazla çocuğun açlık ve sağlık sorunları nedeniyle öldüğünü bildirdi. Bu nedenle UNICEF Afrika’ya odaklandı ve çocuk haklarını araştırdı. Mısır ve Yemen gibi ülkelerde hükümetler eğitim masraflarını sübvanse etti.
2004 yılında Türkiye’de “Okula gidelim” projesini hayata geçiren UNICEF, STK’lar ve özel şirketler aracılığıyla 53 ilde kız çocuklarının eğitim almadığı projelere destek verdi. UNICEF eşitsizlikle ilgili raporlar da yayınlamaktadır.
Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA)
1945’te dünyanın nükleer silahlarına tek başına ABD sahip olsa da, sonraki yıllarda birçok ülkenin nükleer enerjiye artan düşmanlığı ve Soğuk Savaş’ın patlak vermesi “dengeli” teoriyi ortaya koydu. Nükleer silahların ortaya çıkardığı ‘terör’ (karşılıklı garantili imha). Götürdü Terör dengesi, büyük güçlerin nükleer savaş başlıkları ile birbirlerini ve dünyanın büyük bir bölümünü kimsenin bu silahları kullanmaması için yok etme gücüne ulaştığını gösteriyordu ve ölümcül bir çatışmadan kaçınacaklardı.
Soğuk Savaş döneminde Çin, Rusya, Fransa ve İngiltere’nin ABD’de nükleer silahları vardı. Çünkü nükleer enerjinin elde edilmesi kendi dışındaki tüm devletler için büyük bir tehdit oluşturacaktı, ABD. Başkan Eisenhower 1953 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun küresel nükleer kontrol için bir girişim başlatması gerektiğini duyurmuş ve böylece Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun (IAEA) ilk adımları atılmıştır.
Resmi olarak 1957’de kurulan Atom Enerjisi Kurumu, nükleer bilim ve teknolojinin barışçıl kullanımı ve planlanmasında üye devletleri desteklemekte ve dünya çapında nükleer faaliyetlerin güvenli bir şekilde devam etmesi için “nükleer güvenlik standartları” hazırlamaktadır.
IAEA’nın en önemli eylemlerinden biri, 1968’de Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nın (NSYÖA) imzalanmasıydı. Artık birden fazla ülke nükleer silahlara sahip olduğundan, nükleer silahların denetiminin düzenlenmesi gerekiyordu. Atom Enerjisi Ajansı kapsamında, hâlihazırda nükleer güce sahip olanlar dışında hiçbir ülke nükleer savaş başlığı üretmeyi kabul etmedi ve bu da dünya çapında nükleer silahların yayılmasını önledi. Anlaşmaya göre, hali hazırda nükleer silahlara sahip olan ülkeler, bunları zamanla azaltacak.
İlerleyen yıllarda IAEA, ülkeleri barış ve elektrik üretimi için nükleer enerji kullanımı konusunda destekleyen bir BM ajansına dönüştü. Bugün, ülkelerin nükleer santralleri için denetim otoritesi olarak görev yapmaktadır. Bu faaliyet alanının önemi, 1986’da Sovyetler Birliği’nin Ukrayna’daki Çernobil nükleer santralindeki kazadan sonra arttı.
Aynı zamanda Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması imzalanmış olmasına rağmen buna uymayan ve nükleer başlıklı füzeler geliştirmeye çalışan ülkeler de oldu. İsrail, Pakistan, Hindistan ve Kuzey Kore anlaşmayı imzalamadı ve şu anda nükleer silahlara sahipler. Ayrıca başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler, İran’ın yıllardır uranyum zenginleştirdiğini ve nükleer füze ürettiğini iddia ediyor. Bu alandaki müzakereler halen devam etmektedir.
Dünya Ticaret Örgütü (OMK veya DTÖ)
1988 ile 1991 yılları arasında Sovyetler Birliği’nin dağılmasından, Soğuk Savaş‘ın sona ermesinden sonra, Batı kapitalizminin neoliberal politikaları yoğunlaştı. Küreselleşmenin hız kazandığı 1995 yılında dünyaya gelen Dünya Ticaret Örgütü, dünya ticaretini bu doğrultuda düzenlemeye başladı. Gümrük düzenlemeleri ve uluslararası ticarette haksız rekabet DTÖ’nün gündemindeydi.
DTÖ’nün amacı, mal ve hizmet üreticilerine, ihracatçılarına ve ithalatçılarına yardımcı olarak dünya ticaretini kolaylaştırmak ve ticaret kapasitesini artırmaktır. Özellikle 2001 yılında Çin’in DTÖ’ye girmesi dünya ticaretinde büyük bir adım oldu. Bugüne kadar 16
üye devleti bünyesinde barındıran DTÖ, liberal dünyada uluslararası şirketlerin oluşumuna da büyük katkı sağlamıştır.
Uluslararası ilişkiler teorisinde “serbest ticaretin ülkeleri demokratikleştirdiği” varsayımıyla DTÖ’ye Amerikan liderliğinde kabul edilen Çin, katıldıktan sonra büyük bir büyüme yaşadı. Bugün bildiğimiz gibi Çin, dünya ticaretinde en baskın ülkelerden biridir. Ancak bu arada, Çin’de gözle görülür bir demokratik değişim olmamıştır.
Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), üye devletlere üç ana alanda yükümlülükler getirmektedir. Bunlar:
• piyasaya erişim ilkesi
• ayrımcılık yapmama ilkesi
• şeffaflık ilkesi
Dünya Ticaret Örgütü bu ilkelere uymayan ülkelere uyarı veya yaptırım uygulayabilir.
Gelişmekte olan ülkeler ile gelişmiş ülkeler arasındaki ticaret engelleri, günümüzde örgütün en büyük sorunu olarak kabul edilmektedir. Gelişmekte olan ülkeler ihracatlarını artırmayı hedeflerken, gelişmekte olan ülkeler iç pazarlarını korumak istemektedir. Bu durum ticari bir ikilem yaratıyor çünkü henüz tam olarak sanayileşmemiş ülkeler dış pazarlara açıldığında yerli üretim zarar görüyor.
Bu nedenle, gelişmekte olan ülkeler yüksek tarife politikaları ile muhafazakâr politikalar uygulamaya çalıştıklarında, gelişmiş ülkeler bu ülkelere baskı yapmakta ve ticaret engellerini kaldırmalarını talep etmektedir. Özellikle Nairobi’deki 2015 DTÖ zirvesinde, Çin ve Hindistan iç pazarlarında korumacı politikalardan vazgeçme konusunda isteksizdi. Bu durum bir ikilem yaratmıştır: Çin ve Hindistan gibi ülkeler, diğer ülkelere ihracat yaparken yurtdışından ithalatı kısıtlamış, bu nedenle diğer ülkeler bu pazara girememiştir. Diğer bir deyişle Çin, serbest piyasa kurallarını kendi çıkarı için kullanmakla suçlanıyor. Bu nedenle ABD ve Batı ülkeleri Çin’in ticaret politikasını özellikle eleştiriyor.
Batılı ülke ticaret yaptığı ülkelerle ticaret engellerini aşmak için doğrudan anlaşmalar imzaladı ve bu ticaret anlaşmaları tamamlandı. Bu, ABD ile Çin arasında “ticaret savaşı” olarak bilinen kısıtlayıcı politikanın başlangıcıydı. Bu politikaya göre ABD, Çin’i çevreleyen ülkelerle özel anlaşmalar yaparak Pekin’i ticari olarak kısıtlayarak diplomatik baskı oluşturmaya çalışıyor. Bu politika günümüzde biraz gevşetilmiş olsa da Dünya Ticaret Örgütü’nde halen soru işaretleri bulunmaktadır.
Önemli tarih ve günler ile ilgili diğer yazılarımıza ulaşmak için tıklayınız.